top of page

Suçluluğun Sessiz Buyruğu: Hazdan Korkan Benliğin Psikanalizi

Bazı insanlar vardır, ne yaparlarsa yapsınlar hep bir “eksiklik” duygusunun içindedir. Başarı bile onlar için bir yetersizliğin hatırlatıcısıdır. Övgü aldıklarında bile içlerinde bir ses, “yine de …/ama ” der.

Bu ses genellikle “vicdan” sanılır. Oysa Freud’un da Lacan’ın da bize gösterdiği gibi, bu ses vicdanın değil, Süperego’nun sesidir ve bu sesin amacı iyileştirmek değil, azap çektirmektir.


Freud’a göre suçluluk duygusu yalnızca yaptıklarımızla değil, yapmadıklarımızla, hatta yalnızca arzuladıklarımızla ilgilidir.

İlksel suç, her zaman bir arzu suçudur.

Çocuğun babayı öldürme, anneyi sahiplenme arzusu (Oidipus kompleksi) bastırılır; ama bastırılan arzunun enerjisi ortadan kalkmaz. Bu enerji, vicdanın malzemesine dönüşür.

Böylece “ahlaki ben” (Süperego) kurulur: bir yandan yasayı temsil eder, öte yandan o yasa üzerinden cezalandırır.


Freud, Uygarlığın Huzursuzluğu’nda der ki: “Süperego, egoya karşı acımasızdır; en ağır cezaları, yalnızca düşünceler için bile verir.” Yani kişi hiçbir suç işlemeden bile suçluluk hissedebilir çünkü arzusunu bastırmıştır. Bu, bilinçdışı suçluluk dediğimiz şeydir: özne, suçun ne olduğunu bilmez ama cezayı yaşar. Bu ceza, çoğu zaman yaşamdan haz alamamak, keyfi suç saymak, sevinci “hak etmediğini” düşünmektir.

Freud’un haz ilkesinin ötesi dediği yerde, insanın hazdan neden korktuğunu anlarız.

Bilinçdışı suçluluk, hazzı bir “yasak ihlali” gibi kodlar.

Kişi keyif aldığında, içsel bir otorite devreye girer: “Sen buna layık değilsin.”

Haz, cezayı çağırır. Bu yüzden bazı insanlar kendi mutluluklarını sabote eder; ilişkilerini, fırsatlarını, hatta bedenlerini.

Kendini cezalandırmanın hazzı, yaşamdan alınan hazzın yerini alır.


Lacan bu noktada der ki: “Süperego, keyif al!” (Jouis!) der. Yani yasaklamaz, tersine, daha fazlasını ister. Ama özne hiçbir zaman bu buyruğu tatmin edemez çünkü Süperego doymaz. Ne kadar çalışsa da, ne kadar iyi biri olsa da, ne kadar fedakâr davransa da hep eksik kalacaktır.


Lacancı bakış, bu suçluluk döngüsünü “jouissance” kavramıyla açıklar. Jouissance, hazdan öte bir şeydir — acıdan da haz alma biçimi.

Kişi sürekli kendini eleştirirken, kendini değersizleştirirken aslında bir tür haz alır.

Bu haz, sadistik Süperego’nun ödülüdür: “Kendini cezalandırdığın sürece, benimle uyum içindesin.” İşte tam burada etik bir fark belirir:

Vicdan, eylemin sorumluluğunu almakla ilgilidir;

Süperego ise suçluluğu sonsuz kılmakla.

Bu yüzden kişi, “artık kendimi affetmek istiyorum” dese bile, bir yanıyla affedilmek istemez. Çünkü affedilirse, içsel düzen çöker.

Kendini kötü hissetmek, bir tür varlık garantisidir.

Suçluluk, öznenin kimliğine dönüşmüştür.


Bilinçdışı suçluluk, hazzı yasakladığı kadar arzuyu da susturur.

Lacancı düzeyde arzu, özneyi canlı kılan şeydir; eksikliğin etrafında döner.

Ama kişi, her eksikliğini “yetersizlik” olarak yaşadığında, arzunun üretken alanı söner.

Böylece özne artık arzulamaz yalnızca “yeterli olmaya” çalışır.

Yeterli olmak, arzunun değil, Süperego’nun hedefidir.


Bu yüzden birçok danışan “artık hiçbir şeyden keyif alamıyorum” derken aslında şunu demektedir:


“Arzumu kaybettim, geriye sadece cezalandırıcı bir ses kaldı.”


Psikanalitik çalışmada hedefimiz, suçluluğu silmek değil, onu dönüştürmektir.

Özne, suçluluğunun bir ahlak meselesi değil, bir arzunun izi olduğunu fark ettiğinde, hazzı yeniden sahiplenmeye başlar.

Suçluluğu bastırarak değil, anlamlandırarak özgürleşir.


Freud’un diliyle söyleyelim: “ İnsan, bilinçdışı suçlulukla savaşmaz; onu tanır ve onunla bir etik ilişki kurar.” Lacancı anlamda ise: “Etik, arzuna sadık kalma cesaretidir.” Bu sadakat, ne vicdanın tatmini ne de mükemmel olma arzusudur. Bu, eksikliğinle birlikte yaşamanın, yeterli olmayı bırakmanın ve suçluluğun yerine sorumluluk koymanın yoludur.


Sürekli kendini eleştiren, kendine acımasız davranan, her başarıdan sonra “yine de olmadı” diyen herkesin içinde aynı yapı çalışır:

Bir yanda bastırılmış arzu, diğer yanda onu cezalandıran Süperego.

Bu savaşın kazananı yoktur. Çünkü suçluluk hiçbir zaman yeterince ödenmez.

Özne ancak şunu fark ettiğinde değişim başlar: “Bu ses bana ait değil; bu, arzumun üzerine kurulmuş bir yasa.” Ve işte o an, kişi yaşamdan yeniden haz almaya başlayabilir. Çünkü artık cezalandırılmaktan değil, var olmaktan haz duymayı öğrenmiştir. Yaşamla bağımız koptuğunda vicdan değil, suçluluk konuşur.

 
 
 

Yorumlar


© 2025 by Klinik Psk. Yasemin Kurçenli Powered and secured by Wix

bottom of page