top of page

Yas, Ayrılık ve Kayıp


Yas: Kaybettiklerimiz Bizi Nasıl Şekillendirir?

Kaybettiklerimiz Bizden Gerçekten Gider mi, Yoksa İçimizde Yeni Formlara mı Bürünür? Bir ayrılık yaşandığında, yalnızca o kişiden mi koparız, yoksa kendimizin bir parçasından da mı vazgeçeriz? Bir kayıp, sadece bir nesnenin yokluğu mudur, yoksa kim olduğumuza dair içimizde bir dönüşüm müdür?


Meslek hayatım boyunca yüzlerce danışanımın yas, ayrılık ve kayıp süreçlerine eşlik ettim.Kaybetmek insan olmanın kaçınılmaz bir parçası. Peki, kayıplarımızla nasıl başa çıkıyoruz? Onları nasıl anlamlandırıyoruz? Onlarla nasıl bir ilişki kurduğumuz, benliğimizi nasıl şekillendiriyor?

Bu yazıda Freud, Lacan ve Klein gibi psikanalizin büyük isimlerinden yola çıkarak yas sürecinin nasıl işlediğine, bilinçdışımızda nasıl izler bıraktığına ve kaybın ruhsallığımızdaki yerinin nasıl dönüştüğüne bakacağız.

Sevdiğimiz birini kaybetmek, bir ilişkinin sona ermesi ya da bir yaşam biçiminin geride kalması… Bunların her biri bizi derinden etkileyen süreçlerdir. Freud’un Yas ve Melankoli makalesinde ifade ettiği gibi, kayıp süreci sağ kalanların anılarını ve umutlarını kaybedilen kişiden ayırma çabasıdır.

Ancak kayıp yalnızca dışsal bir eksiklik olarak yaşanmaz. Kaybettiğimiz kişi, yalnızca fiziksel olarak hayatımızdan ayrılmış gibi görünse de onunla kurduğumuz ilişkilerin, anıların ve hatta kim olduğumuzun bir parçası da kaybolur. İç dünyamızda bir boşluk oluşur ve bu boşluğu yeni anlamlarla doldurmamız zaman alır.


Bu nedenle ayrılık, yalnızca bir ilişkinin bitmesi değildir; aynı zamanda o ilişkinin içinde oluşturduğumuz benliğimizin, geleceğe dair beklentilerimizin ve hayata dair anlamlarımızın da değişimidir.

Freud ve Lacan, ego’yu tek bir bütün gibi ele almak yerine, içinde farklı sesleri, deneyimleri ve kimlikleri barındıran bir yapı olarak görmemizi önerir. Ego, bir Pantheon gibidir—mitolojide farklı tanrıların bir arada bulunduğu bir tapınak gibi. Nasıl ki mitolojide savaşçı, bilge, şefkatli veya öfkeli tanrılar vardır, bizim ruhsallığımız da farklı parçaların bir koleksiyonudur. Annemizin sesiyle öğrendiğimiz yatıştırıcı yanımız. Bir öğretmenden aldığımız eleştirinin içimizde yankılanan otoriter sesi,

Sevdiğimiz birinin gülüşünde öğrendiğimiz neşe…Her kayıp, bu Pantheon’daki bir figürün yok olması gibidir. Onun eksikliği, ruhsal dünyamızda bir boşluk yaratır ve bu boşluk, yeni bir biçimde anlam kazanana kadar içsel çatışmalara neden olur.


Lacan, yas sürecini yalnızca kaybedilen kişinin yokluğu üzerinden değil, benliğimizin de bir kısmının kaybolması üzerinden ele alır. Kaybettiklerimizin yasını tutarken, onlar için eskiden olduğumuz kişinin de yasını tutarız. Çünkü dil ve simgesel düzen içinde kaybettiğimiz kişi yalnızca yokluk olarak kalmaz, onun eksikliği zihnimizde yankılanmaya devam eder. Lacan’a göre, kaybedilen kişi, bilinçdışımızda objet a (eksik nesne) olarak yer alır. Yani tam anlamıyla sahip olamayacağımız ama hep özlem duyduğumuz, tamamlanmayan bir figür haline gelir.Bu yüzden yas sadece bir geçmiş kaybın acısı değil, aynı zamanda bugünkü ilişkilerimizde tekrar eden döngülerin de kaynağı olabilir. Farkında olmadan, geçmişte yaşadığımız bir kayıp bugünkü ilişkilerimizde tekrar eden ayrılık ve bağlanma korkularına dönüşebilir.


Melanie Klein, insan psikolojisindeki en erken kayıpların yetişkinlikteki yas süreçlerini nasıl şekillendirdiğini en iyi açıklayan isimlerden biridir.

Ona göre yas, yalnızca birini kaybettiğimizde yaşadığımız bir duygu değil; bebeklikte yaşadığımız ilk hayal kırıklıkları, eksiklikler ve kopuşlarla başlayan bir süreçtir. Bir bebeğin dünyadaki ilk büyük gerçeklik şoklarından biri, annenin her zaman orada olmadığını fark etmesidir. Bebeğin ruhsallığında, anne başlangıçta yalnızca doyuran ve güven veren bir varlık olarak algılanır (iyi meme). Ancak zamanla, bazen kaybolan, bazen ihtiyaçlara cevap vermeyen, bazen hayal kırıklığı yaratan bir figüre dönüşür (kötü meme). Bu erken dönem yaşantılar, yetişkinlikte kayıplara verdiğimiz tepkilerin temelini oluşturur.

Bir ayrılık yaşadığımızda hissettiğimiz öfke ve çaresizlik, bebekken yaşadığımız kötü meme deneyiminin bir yankısı olabilir.

Kaybettiklerimiz için hissettiğimiz suçluluk ise, bebekken annemizle kurduğumuz sevgi-nefret ikileminin yetişkinlikte tekrar ortaya çıkmasıdır.


Freud’un ifadesiyle, “melankolide nesnenin gölgesi egonun üzerine düşer.”Yani, kişi kaybedilen kişiyle bilinçdışında bir bütünleşme yaşar, onun yasını tutmak yerine onunla özdeşleşir ve kayıp içselleştirilemez.Melankolide kişi, bilinç dışında “kimi kaybettiğimi biliyorum ama neyi kaybettiğimi bilmiyorum” hissini yaşar. Bu durum, yasın tamamlanamamasına ve benlik içinde çözülemeyen bir boşluğa dönüşmesine neden olur. Freud’a göre yas sürecinin sağlıklı bir şekilde tamamlanabilmesi için kaybın bilinçdışında işlenmesi gerekir. Kaybedilen kişiyle olan bağ, ancak simgesel olarak yeniden anlamlandırıldığında tamamlanabilir.


Bu yüzden sanat, yazı, müzik gibi yaratıcı süreçler yasın işlenmesine yardımcı olur. Birçok kültürde cenaze ritüelleri, yas sürecinin sağlıklı işlemesi için önemli bir yere sahiptir. Kaybedilen kişiyle ilgili anıların paylaşılması, yazıya dökülmesi veya sembolik bir veda ritüeli gerçekleştirilmesi, bilinçdışında yas sürecinin tamamlanmasını destekler.

Eğer bir kayıp yaşandıysa, onu konuşmak gerekir. Eğer bir ayrılık yaşandıysa, o ilişkiyle ilgili içsel konuşmayı bitirmek gerekir.

Çünkü insan ancak anlatabildiği şeyleri gerçekten kaybedebilir. Yas, yalnızca bir acı süreci değildir; aynı zamanda bir yeniden inşa sürecidir.

Kaybettiklerimizi unutamayız. Ama onların içimizdeki yerini belirleyebilir, onlarla sağlıklı bir bağ kurabiliriz. Eğer yas süreci tamamlanamazsa, kayıplar ruhsallığımızda bir hayalet gibi dolaşmaya devam eder.

Peki sizin için yas ne anlama geliyor?

Kaybettiğiniz insanlar size neyi hatırlatıyor?

Onların kaybıyla neyi kaybettiğinizi isimlendirebiliyor musunuz?

Belki de yas sürecinde kendimize sormamız gereken en önemli sorular bunlar.

 
 
 

Comments


© 2025 by Klinik Psk. Yasemin Kurçenli Powered and secured by Wix

bottom of page